5 Temmuz 2021 Pazartesi

Milgram Deneyi: İtaati Ölçmek

Altmışların başında Stanley Milgram yerel bir gazeteye Yale Üniversitesi’nde yapılacak bir deney için denek ilanı verdi. Cüzi bir ücret (4 dolar) öneriyor olmasına rağmen, postacılar, öğretmenler, satış temsilcileri gibi farklı mesleklerden yüzlerce kişi buldu. Laboratuvara geldiklerinde deneklere cezanın öğrenme üzerindeki etkilerini inceleyen bir araştırmaya katılacakları söylendi. Her deneğe bir işbirlikçi denek takdim edildi ve ikisinden birinin diğerine basit bir görev öğreteceği söylendi.

Denek ve işbirlikçi, kimin öğretmen kimin öğrenci olacağını belirlemek üzere içinde iki kâğıt bulunan bir kutudan kura çektiler. Deneyci, sosyal psikologların nişanı sayılan hilelerden birine başvurarak iki kâğıda da “öğretmen” yazmıştı; böylece denekler, öğretmen seçilmelerinin rastgele gerçekleştiğini düşündüler. Öğrencinin görevi bir sözcüğü başka bir sözcükle eşleştirmeyi öğrenmekti; örneğin “mavi” sözcüğünü görünce “kutu” demeyi öğrenmesi gerekecekti. Öğretmen, önce “mavi” sözcüğünü, ardından da “gökyüzü, mürekkep, kutu, lamba” gibi dört sözcüğü okuyacak, öğrenci –yani işbirlikçi– de hangisinin doğru olduğunu belirtmek üzere dört düğmeden birine basacaktı. Haliyle öğrenilecek pek çok sözcük çifti vardı.

Öğretmen öğrenciyle aynı yerde değil, yan taraftaki bir odada bulunuyordu, ancak dört ışıktan hangisinin yandığını görüyor ve böylece öğrencinin doğru cevap verip vermediğini anlayabiliyordu. Başlamadan önce, öğrenci öğretmenin gözleri önünde kayışla sandalyeye bağlanıyordu. Deneyci, bu işlemin elektrik şoku verilirken öğrencinin çok hareket etmesini önlemek için yapıldığını söylüyor ve “Şoklar, inanılmaz acı verici olabilseler de kalıcı doku hasarına yol açmıyorlar,” diye ekliyordu. Öğretmenin odasında, üzerlerinde 15’ten 450’ye kadar çeşitli voltaj seviyeleri yazılı düğmeler bulunan bir şok jeneratörü vardı. Ayrıca, düğmelerin altında, “Hafif Şok”, “Kuvvetli Şok”, “Tehlike: Ağır Şok” gibi şok yoğunluğuna dair ifadeler bulunuyordu. Düğmelerden birine basıldığında bir zil sesi duyuluyordu. Deneğe, öğrenci her hata yaptığında şok vermesi gerektiği söylenmişti; öğrenci hata yapmaya devam ederse sonraki her hatada şok seviyesi bir birim artırılacaktı. Denek, şok seviyesini artırmakta tereddüt ederse, deneyci, “Deney için devam etmeniz gerekiyor,” ya da “Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız,” gibi cümleler kullanarak deneği devam etmeye zorluyordu.

Elbette gerçekte şok verilmiyordu, ancak şok verildiği sanılan işbirlikçi, 75 volt seviyesine ulaşıldığında çığlık atıp inliyor, daha yüksek seviyelerde ise “Bırakın beni!” diye bağırıyor ya da acıya dayanamadığını haykırıyordu. 330 volt aşıldığında öğrenci yanıt vermeyi kesiyor ve hiç ses çıkarmıyordu; ancak öğretmene yanıt gelmediğinde de şok vermesi söylenmişti.

Maalesef, ilk deneye katılan kırk deneğin yirmi beşi “Tehlike: Ağır Şok” ibaresi taşıyan 450 voltluk en yüksek seviyeye dek şok vermeye devam etti. Geri kalanların da hiçbiri orta düzey şok seviyelerini aşmadan durmadı ve pek çoğu aşırı şok seviyelerine çıktı.

Milgram deneyde pek çok değişiklik yaptı; sonuçlar hep ilk deneydeki gibi dehşet vericiydi. Şaşırtıcı olabilir, ama en yüksek şok seviyelerine çıkan kadınların sayısı erkeklerle aynıydı. Genelde kadınlar, erkeklerden daha yufka yürekli olsalar da (kadınlarda suç oranlarının daha düşük olmasından da anlaşılacağı gibi), otoriteye karşı daha itaatkârlar; bu iki eğilim birbirini bir şekilde dengelemiş olabilir. Öğretmenler öğrencilerle aynı odaya konulduklarında, en yüksek şok seviyelerine çıkanların oranı dörtte bire düşmüştür. Bu düşüşün nedeni muhtemelen yakında olunca sonuçların görülebilmesidir; –bu da bir diğer “bulunabilirlik” örneğidir. Büyük bir olasılıkla böyle bir yakınlık, deneğin işbirlikçiyle aynı grupta olduğunu hissetmesine, uzaktaki deneyciyi ise başka bir gruptaymış gibi algılamasına yol açmış, böylece de deneyciden ziyade işbirlikçiye bağlılığı artırmıştır. Deneyci, ilk talimatları verip odadan çıktığında ve şoklara devam etme konusunda deneği zorlama imkânı kalmadığında, kırk denekten yalnızca dokuzu en yüksek seviyeye çıktı. Gerçi bu da yeterince kötüydü; üzerinde bir baskı kalmamışken ve şok seviyesine kendi başına karar verebilecekken bile bir insan evladı diğerine 450 volt elektriği reva görebiliyordu.

Deneklerin bunun yalnızca bir oyun olduğunu ve aslında hiç şok verilmediğini anladıkları düşünülebilir. Maalesef durum böyle değildi. Deney sırasında pek çok denek inanılmaz gerginleşmişti. Terlediler, titrediler ve durmalarına izin vermesi için deneyciye yalvardılar. Tüm denek protokollerinde aynı hikâye anlatılmaktadır. En yüksek şok seviyesine ulaşmak üzereyken bir denek deneyciye, “Ya öldüyse? Bana şoka dayanamadığını söyledi de... ” demiş, ancak yine de seviyeyi artırıp 450 voltluk şok vermiştir. Bir diğeri, “Oradaki kişi için gerçekten endişelenmiştim. Kalp krizi geçirmesinden endişeleniyordum. Kalbinin zayıf olduğunu söylemişti,” demiştir. Diğerleri ise, hiçbir duygu belirtisi göstermeden emirler doğrultusunda duyarsızca şok vermişlerdi. Milgram, bir vakayı şöyle anlatmaktadır: “Acımasızca ve moral bozucu. Çığlıklar atan öğrenciye şok vermeyi sürdürürken, acımasız, hissiz yüzünden tam bir ilgisizlik okunuyor. Olaydan bir haz alıyor gibi değil, yalnızca işini düzgün bir şekilde yapmaktan dolayı tatmin olmuş gibi görünüyor. 450 volt verdiğinde deneyciye dönüp, ‘Bundan sonra ne veriyoruz Profesör?’ diye soruyor. Saygılı bir ses tonu var ve öğrencinin dik başlılığına karşılık kendisinin yardımcı bir denek olmak istediğini ifade ediyor.”

Denekler, bilgilendirme aşamasında, bunun danışıklı dövüş olduğunu ve şok verilmediğini anladıklarını söyleyip görünüşü kurtarabilirlerdi, oysa hiçbiri öyle yapmamıştı. Birkaç yıl sonra yapılan takip çalışmasında deneklerin çoğu bu deneyimden değerli bir şey öğrendiklerini öne sürmüşlerdir. İşte, tipik iki yanıt şöyle: “Bu deney bana, otoriteye karşı gelme pahasına da olsa insanın diğerlerine zarar vermekten kaçınması gerektiğini öğretti.” ve “1964’te, denek olduğum sırada, birinin canını yakıyordum ve bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Ne zaman kendi inançlarına göre davrandığının ne zaman da uysalca otoriteye boyun eğdiğinin pek az kişi farkında... ” Yani itaat alışkanlığı öylesine içe işlemiştir ki, neden yaptığımızı bile bilmediğimiz pek çok şeyi ısrarla sürdürürüz.

Milgram’ın sonuçları Amerika’yla sınırlı değildi; deney Münih’te, Roma’da, Güney Afrika’da ve Avusturalya’da tekrarlandı. Oralarda en yüksek şok seviyelerine çıkanların sayısı Yale’dekilerden bile fazlaydı.

İyi eğitim almış, saygın ve yasalara saygılı bunca Amerikan vatandaşının tamamen masum insanlara 450 volt şok vermesini –en azından öyle yaptıklarını sanmışlardı– sağlayan neydi? Yanıt, otoriteye itaattir. Deneyci bir bahaneyle odadan çıkıp deneyin gözetimini yetki sahibi olmayan bir işbirlikçiye bıraktığında, en yüksek seviyede şok veren kişi sayısı üçte bir düşmüştür.

Otoriteye –ebeveynlerimize, öğretmenlerimize, patronlarımıza ve yasalara– itaat doğumdan itibaren bize aşılanır. Üstelik bu, örgütlü her grubun işlemesinin önkoşuludur. Havada kargaşa olmaması için pilotların yetkiyi kuleye bırakmaları gerekir. Küçük gruplarda da, günümüzün büyük ve karmaşık toplumlarında da, birilerinin yönetmesi diğerlerinin de onları izlemesi gerekir; tabii bir konuda başta olan başka bir konuda bir diğerinin takipçisi olabilir. Bize sistemli bir şekilde, otorite figürlerine saygı göstermemiz ve onların adını lekelemememiz öğretilir. Milgram’ın deneylerindeki deneklerin çoğu, deneycinin komutlarına uymamanın kaba ve hayli utanç verici olacağını düşünmüş olabilirler.

Bir Milgram deneyinin kurulumunun çizimi. Deneyci (E) deneği ("Öğretmen" T) acı verici olduğuna inandığı şeyi,
aslında bir aktör olan başka bir deneğe ("Öğrenci" L) vermeye ikna eder. 
Oyunculardan gelen merhamet ricalarına rağmen birçok denek şok vermeye devam etti. 
https://en.wikipedia.org/wiki/Milgram_experiment

Birleşik Devletler’de profesörler, bilhassa da pozitif bir bilim dalının mensubu olan profesörler –Britanya’ya kıyasla çok daha fazla– otorite figürü olarak görülürler ve güvenilir bulunurlar. Bu nedenle, denekler başta verilen güvenceye, yani şokun kalıcı hasara yol açmayacağına inanmış olabilirler. Yine de, en yüksek şok seviyesine çıkanlar, yalnızca deneycinin komutlarına uymak adına birine ciddi boyutlarda acı vermekte sakınca görmemişlerdi.

Bu deneylerde kurallara uymamanın bir yaptırımı yoktu; denekler gönüllüydü ve istedikleri zaman laboratuvardan ayrılabilirlerdi. Günlük yaşantıda pek çok durumda –orduda, polis teşkilatında, hatta iş yaşamında– itaatsizlik cezalandırılır. Böyle yaptırımların söz konusu olduğu durumlarda, düşünmeden itaat etmek, şüphesiz Milgram’ın deneylerinden de sık görülür. Milgram, İkinci Dünya Savaşı’nda saygın pek çok Alman’ın gaddar tavırlar sergilemesinin itaat etme ve boyun eğme eğilimiyle açıklanabileceğini düşünmektedir.

Otoritenin gücüne dair başka deneyler de yapılmıştır ve sonuçlar aynıdır. Bir araştırmada, bir hemşire hiç tanımadığı ve hastanenin doktorlarından olduğunu söyleyen birinden telefon almıştır. Doktor, hemşireye bir hastaya (aslında plasebo olan) Aspoten adlı ilaçtan 20 mg vermesini ve servise gelip hastayı görmeden önce ilacın etkimesini istediği için, bunu hemen yapmasını söylemiştir. Reçeteyi o zaman imzalayacağını da eklemiştir. Prospektüste belirtilen en yüksek dozun verilmesini söylemiş olmasına ve hastanede, doktor reçeteyi imzalamadan hemşirelerin ilaç vermemelerine yönelik kesin bir talimat bulunmasına rağmen, hemşirelerin yüzde 95’i uyumlu bir tavır sergilemişlerdir. İşte bu otoritenin gücüdür.

İki (ya da daha çok) kişinin sorumluluk sahibi olduğu, ancak içlerinden birinin diğerinin üstü olduğu durumlarda ortaya çıkan, itaate ilişkin ilginç bir vaka vardır. Otoriteye saygı, astın kendi görüş ya da gözlemlerini ifade etmeye tereddüt etmesine yol açabilir. Bu, birçok ticari uçağın kaza yapmasına yol açmıştır; yardımcı pilot, pilotun hata yaptığını düşünse de bunu söylemeye cesaret edememiştir. İngiltere’de bulunan bir doğum kliniğinde yapılan araştırmada da, kıdemli stajyer doktorların yüzde 72’sinin, bir tedaviyle ilgili fikir ayrılıklarını kendilerinden üst seviyedeki bir doktora ifade edemedikleri ortaya çıkmıştır. Bu tür vakalarda, otoriteye duyulan aşırı saygının yanlış bir tavır olduğu çok açıktır.

Elbette insanlar emirlere her zaman itaat etmezler. Hatta şayet emir onları sinirlendirirse yapılması söylenenin tersini yapabilirler. Bu probleme ilişkin çok az deneysel çalışma yapılmış olmasına rağmen, görünen o ki, emir veren kişinin emretme yetkisi yoksa, emirler kaba bir şekilde verildiyse, itaatsizliğin cezası yoksa ve emir alan isteneni kesinlikle onaylamıyorlarsa, insanlar ne yapacaklarının söylenmesine ters tepki verebiliyorlar.

Otoriteye itaatsizliğin ne zaman rasyonel olduğuna ilişkin daha genel bir soruyu yanıtlamak güçtür. İngiltere’de yolun sağından, Amerika’da ise solundan araba sürmek kesinlikle budalaca olur. Otoritenin koyduğu kural rastgele olsa da, sürücülerin kuralı ihlal etmeleri kaos doğurur. Aslında pek çok kişi yasalara karşı gelir. Varlıklılar, gelir vergisi ödememek için dolap çevirebilir ya da gümrükten mal kaçırabilir, yoksullar da yanlış beyanlarla sosyal güvenlikten yararlanabilirler. Ancak bu durumlarda karşılarında bir otorite figürü yoktur. Başka bir deyişle, itaatsizlik ettikleri için utanç duyacakları belirli biri yoktur karşılarında. Genelde pek çok kişi, paçayı yırtabilecek bir durum varsa, kötü bir yasayı çiğnemeyi ya da baskıcı bir devlete karşı çıkmayı rasyonel bulur. Pekin’de 1989’da gerçekleşen ayaklanma Batı’da takdirle karşılanmıştır. Bir nokta gelir ki, itaatsizlik etmek rasyonel olduğu kadar çekicidir de. Şüphesiz Milgram’ın deneylerinde de bu noktaya gelinmiştir: sonuçta pek çok denek bir psikoloji deneyi uğruna öğrencileri öldürmek üzere olduğunu düşünmüştü.

İtaatkârlıktan başka nedenleri de içeriyor olsa da, yüzyılımızın büyük bölümüne damgasını vurmuş olan kitle imhasına yönelik, tamamen irrasyonel eylemlere Milgram’ın bulguları bir ölçüde ışık tutabilir. Akla, savaş neredeyse kazanılmışken Churchill’in izni ve Bombacı Harris’in emriyle Dresden’in anlamsızca bombalanması, Naziler’in Yahudiler’i yok etmesi, Amerikalılar’ın Vietnam’da sivillere karşı napalm kullanması ve yine Amerikalılar’ın My Lai’de kadın çocuk ayırmadan sivilleri katletmesi geliyor. Bu tür zulümlerin gerçekleşmesi büyük ölçüde sıradan insanların irrasyonel bir şekilde itaat etmelerinden kaynaklanıyor ve Milgram’ın bulguları ışığında söylenebilecek tek şey galiba şu: “Aynısı herkesin başına gelebilir.” Tüm bu örneklerde kimse davranışının doğuracağı korkunç sonuçlardan habersiz değildi. Peki, neden öyle davranmışlardı?

Öncelikle, tümü askeri kuruluşlarda sıkı bir itaat eğitimi almış kişilerce icra edilmişti. Onlara, emirleri sorgulamamaları sistemli bir biçimde öğretilmişti. İkincisi, ilk emir genellikle durumdan uzakta, kurbanları görmek zorunda kalmayan biri tarafından verilir –böylece uygulanmasından doğan korkunç sonuçlar, emri veren için “bulunabilir” değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda birliklerindeki askerlerden yüzlercesinin yok yere ölmesinden sorumlu olan General Haig, ardı arkası kesilmeyen beceriksizliğini gözler önüne seren askeri hastanelerden içeri adımını atamıyordu. Norman Dixon’a göre, milyonlarca Yahudi’nin ölümüne neden olan Eichmann ve Himmler, emirlerinin sonuçlarıyla yüzleştiklerinde hastalanmışlardı. Bombayı atan ya da top ateşi yapan kişi bile sonuçlara tanık olmaz. Ve sonuçlar yok sayılır, çünkü “bulunabilir” değillerdir. Üçüncüsü, tüm bu örneklerde itaatsizliğin ağır cezası vardır. Dördüncüsü, örneklerde bahsi geçen ve zulüm gören grupların tümü dış gruplardı –Almanlar, Yahudiler ve Vietnamlılar (ya da ABD askerlerinin tabiriyle “pislikler”). Beşincisi, bazılarında dış grup üyelerini küçük düşürmek ve karalamak için elden ne geliyorsa yapılmıştı. Hitler, otuzların başından itibaren Yahudiler’i yerecek şekilde propaganda yapmıştı. Toplama kamplarında tuvaletler özellikle az sayıdaydı; böylece gaz odalarına giden mahkûmlar dışkıya bulanmış olurlardı. Birini müsveddeye dönüşmüş halde gördüğünüzde onu öldürmek kolaylaşır.

Altıncısı, emirlere daima itaat etmeleri gerektiğine inanan kişiler, kişisel ahlaki sorumlulukları olduğunu kendilerinden bile saklar, kendilerini temize çıkarırlar. Milgram’ın bazı protokollerinde deneklerin, deneyciye, tüm sorumluluğun deneyciye mi ait olacağını sormalarının altında da bu yatar. Kişi kendini hareketlerinden sorumlu hissetmiyorsa, normalde başkalarını incitince ortaya çıkan suçluluk ve utanç gibi hislere kapılmaz: zarar başka birinin suçudur.

Sonuncusu ve belki de en önemlisi, Milgram’ın protokollerinde gördüğümüz gibi, itaatkâr davranmak, genellikle otomatik bir alışkanlıktır. İnsanlar davranışlarının nedeninin itaat olduğunu bile fark etmeden itaat ediyorlar. İtaat sorgulanmıyorsa ve alışkanlıktan dolayı sürdürülüyorsa, rasyonel mi değil mi diye karar vermeye imkân yoktur. Bir şeyin rasyonel olup olmadığını bilmek için düşünebilmek gerekir.

Belirttiğimiz pek çok etken, uyumluluk ve sosyal grupların kendi içlerinde ve diğer gruplara karşı tutumlarında rol oynamaktadır. Sıradaki iki bölümde bunları daha geniş bir şekilde anlatacak ve güçlü etkilerine dair örnekler vereceğiz.

Kıssadan Hisse

1. İtaat etmeden önce düşünün.

2. Komutun bir gerekçesi olup olmadığını değerlendirin.

3. Asla Yale Üniversitesi Psikoloji Laboratuvarı’nda denek olmayın.   :)DK


Kaynak: Norman Stuart Sutherland, İrrasyonel, Domingo Yayınları, 2007


ayrıca bkz. 

https://alexanderstreet.com/products/stanley-milgram-films-social-psychology

https://en.wikipedia.org/wiki/Milgram_experiment

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder