27 Eylül 2025 Cumartesi

Demirtaş Vak'ası: Dokunulmazlığın Lağvı: 2016 Anayasa Değişikliği ve Türkiye'deki Sonuçlarının Analizi

 


I. Giriş: Parlamentonun Sağladığı İmtiyaz Tehlikede..



A. Anayasal Bir Güvence Olarak Yasama Dokunulmazlığı


Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 83. maddesi, yasama organının bağımsızlığını ve milletvekillerinin görevlerini serbestçe yerine getirebilmesini temin etmek amacıyla iki temel koruma mekanizması sunmaktadır. Bu mekanizmalar, kişisel bir ayrıcalık olmaktan ziyade, temsil edilen seçmen iradesini ve parlamentonun kurumsal bütünlüğünü yürütme ve yargı organlarının müdahalelerine karşı korumayı amaçlayan siyasi hukuk ilkeleridir.1

Bu korumanın ilk ayağı, "yasama sorumsuzluğu" olarak bilinen ve Anayasa'nın 83. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen mutlak ve kalıcı bir korumadır. Buna göre, milletvekilleri Meclis çalışmalarındaki oy, söz ve düşüncelerinden dolayı hiçbir surette sorumlu tutulamazlar.1 Bu ilke, parlamento içi tartışmaların sansür veya dava tehdidi olmaksızın özgürce yapılabilmesinin temel taşıdır.

İkinci ve daha sık tartışılan mekanizma ise "yasama dokunulmazlığı"dır ve 83. maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir. Bu, milletvekillerinin seçimden önce veya sonra işledikleri iddia edilen bir suç nedeniyle, Meclis'in kararı olmadıkça tutulamayacaklarını, sorguya çekilemeyeceklerini, tutuklanamayacaklarını ve yargılanamayacaklarını öngören geçici ve nispi bir korumadır.1 Dokunulmazlık, milletvekilinin görev süresi boyunca devam eder ve görevi sona erdiğinde kalkar. Bu mekanizmanın temel amacı, özellikle muhalefet partilerine mensup milletvekillerinin asılsız veya siyasi amaçlı suçlamalarla yasama faaliyetlerinden alıkonulmasını önlemek, böylece parlamentonun işleyişinin sürekliliğini ve seçmen iradesinin korunmasını sağlamaktır.1


B. 2015-2016 Siyasi Bağlamı: Kırılgan Bir Zemin


2016 yılında yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına yol açan süreç, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal olarak son derece gergin ve kutuplaşmış bir dönemden geçtiği bir zeminde gelişmiştir. Bu süreci anlamak için 2015 yılının kritik olaylarını göz önünde bulundurmak zorunludur.

Haziran 2015 genel seçimleri, Türkiye'nin yakın siyasi tarihinde bir dönüm noktası oldu. Halkların Demokratik Partisi (HDP), %10'luk seçim barajını aşarak 80 milletvekiliyle Meclis'e girdi. Bu sonuç, 2002'den bu yana ilk kez Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybetmesine neden oldu ve o dönem için başkanlık sistemine geçiş planlarını rafa kaldırdı.2 HDP'nin bu başarısı, onu siyasi denklemin merkezine yerleştirdi.

Seçimlerin hemen ardından, "Çözüm Süreci" olarak bilinen ve devlet ile PKK arasında yürütülen barış görüşmeleri fiilen sona erdi. Bu çöküş, Türkiye'nin güneydoğusunda şiddetli çatışmaların yeniden başlamasına yol açtı.2 Bu süreçte siyasi atmosfer hızla güvenlikçi bir söylem tarafından domine edilmeye başlandı. Hükümet, terörle mücadeleyi en öncelikli gündem maddesi haline getirirken, HDP'nin meşru siyasi faaliyetleri ile PKK'nın eylemleri giderek daha fazla birbiriyle ilişkilendirilmeye başlandı. Bu güvenlikçi anlatı, HDP'li milletvekillerini hedef alacak siyasi ve hukuki adımların kamuoyunda meşrulaştırılması için gerekli zemini hazırladı. Dolayısıyla, dokunulmazlıkların kaldırılması tartışması, hukuki bir gereklilikten ziyade, belirli bir siyasi rakibi etkisiz hale getirme stratejisinin bir parçası olarak ortaya çıktı.

18 Eylül 2025 Perşembe

Türkiye'de Hukuk Devleti Krizi: Anayasa Mahkemesi ve AİHM Kararlarına Uymama Sorununun Kapsamlı Analizi

 



Giriş: Anayasal Düzende Bir Fay Hattı ve Hukuk Devletinin Sınavı

 

Türkiye Cumhuriyeti, anayasal düzeninin temel direklerini sarsan ve hukukun üstünlüğü ilkesini temelden sınayan derin bir krizle karşı karşıyadır. Bu kriz, münferit ve birbirinden bağımsız adli vakaların ötesinde, devletin en yüksek yargı organları olan Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Türkiye'nin yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen kesin ve bağlayıcı kararlara alt derece mahkemeleri ve kimi zaman diğer yüksek mahkemeler tarafından sistematik olarak uyulmaması olgusunda somutlaşmaktadır. Bu durum, yalnızca belirli davaların taraflarını etkileyen bir sorun değil, aynı zamanda normlar hiyerarşisi, kuvvetler ayrılığı ve anayasal sadakat gibi hukuk devletini ayakta tutan temel prensipleri aşındıran sistemik bir bozulmaya işaret etmektedir.

Türkiye'nin hukuki mimarisi, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çifte bir yükümlülük üzerine kuruludur. Anayasa'nın 153. maddesi, "Anayasa Mahkemesi kararları... yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar" hükmüyle AYM kararlarının mutlak bağlayıcılığını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde tesis eder.1 Diğer yandan, Anayasa'nın 90. maddesi, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğunu ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin olanların kanunlarla çelişmesi halinde antlaşma hükümlerinin esas alınacağını belirterek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve dolayısıyla AİHM kararlarına iç hukukta üstün bir konum tanır.2

Ancak son yıllarda gözlemlenen gelişmeler, bu anayasal çerçeveye yönelik bilinçli bir meydan okumanın varlığını ortaya koymaktadır. Basit bir "itaatsizlik" eyleminin çok ötesinde, anayasal yetkilerin ve hukuki meşruiyetin yeniden tanımlanmasına yönelik, giderek sofistike hale gelen bir çaba dikkat çekmektedir. Bu süreç, üst düzey siyasi aktörlerin yargı kararlarını hedef alan söylemleriyle başlayan, bu söylemlerden cesaret alan bazı yargı organlarının anayasal hiyerarşiyi sorgulayan kararlarıyla devam eden ve nihayetinde yüksek mahkemeler arasında açık bir çatışmaya evrilen zincirleme bir reaksiyonla ilerlemiştir. Yürütmenin siyasi söylemleri, yüksek yargı organları arasında bir güç mücadelesini tetiklemiş, bu mücadele de alt derece mahkemelerine anayasal hiyerarşiyi reddetme konusunda fiili bir "meşruiyet" alanı açmıştır. Bu raporun amacı, bu uymama olgusunu tarihsel bir sarmal içinde ele almak, kilit davalar üzerinden dönüm noktalarını belirlemek, karşıt hukuki argümanları derinlemesine analiz etmek ve bu durumun Türkiye'nin iç hukuku ile uluslararası konumu üzerindeki çok katmanlı etkilerini ortaya koymaktır.

 

Bölüm I: Hukuki Çerçeve ve Tarihsel Arka Plan: Yükümlülüklerin Doğuşu

 

Türkiye'de yaşanan mevcut anayasal krizin kökenlerini ve boyutlarını anlamak için, ülkenin hem uluslararası insan hakları rejimine hem de kendi iç hukukundaki anayasal denetim mekanizmalarına olan bağlılığının tarihsel ve hukuki temelini incelemek zorunludur.

 

1.1. Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna Eklemlenme

 

Türkiye'nin insan hakları alanındaki uluslararası taahhütleri, Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesi olmasıyla başlamıştır. Bu sürecin en önemli adımı, 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni (AİHS) onaylamasıdır.3 Ancak, Sözleşme'nin getirdiği denetim mekanizmalarının Türkiye için tam anlamıyla işlerlik kazanması yıllar almıştır. Bu süreçteki kritik dönüm noktaları şunlardır:

       28 Ocak 1987: Türkiye, AİHS denetim sisteminin kalbi olan bireysel başvuru hakkını tanımıştır. Bu tarih, Türk vatandaşlarına, iç hukuk yollarını tükettikten sonra kendi devletlerine karşı hak ihlali iddialarını uluslararası bir organ olan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na (daha sonra doğrudan Mahkeme'ye) taşıma imkânı vermiştir.4

       26 Aralık 1989 (Yürürlük 1990): Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) zorunlu yargı yetkisini kabul etmiştir. Bu taahhüt, Türkiye'nin AİHM tarafından taraf olduğu davalarda verilecek kararlara uyacağını peşinen beyan etmesi anlamına gelmektedir.3

Bu adımlar, Türkiye'nin egemenlik yetkisinin bir kısmını, temel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla uluslararası bir denetim mekanizmasına devretme yönündeki bilinçli iradesini yansıtmaktadır. Bu iradenin hukuki temeli ise AİHS'nin 46. maddesinde açıkça ifade edilmiştir: "Yüksek Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme'nin verdiği kesinleşmiş kararlara uymayı taahhüt ederler".3 Bu madde, bir tavsiye veya iyi niyet beyanı değil, üye devletler için kesin ve bağlayıcı bir hukuki zorunluluktur.